Türkiye'de demokratik düzende önemli iyileşmeler gerçekleşse de, vesayet düzeni bütünüyle tasfiye edilebilmiş değil. Vesayet düzeninin bakiyeleri, demokrasimizin kırılganlık düzeyini bu yüzden provokasyonlarla sınamaya devam ediyor. 12 Eylül darbesinin gerçekleştirilmesine moral bir zemin üretebilmek için, her gün onlarca insanın öldürüldüğü "terör" ortamı beslendi. Kandan beslenen bu vampir yapı, Diyarbakır cezaevindeki işkencelerle PKK'nın büyümesini ve kitleselleşmesini sağladı.
1991 Sivas olayı ve 1995 Gazi olayı, Alevi-Sünni gerilimi üzerinden, sivil hükümetlerin iradesini felce uğratarak vesayet altına alma girişimleriydi. Uğur Mumcu'nun öldürülmesiyle zirve yapan laisist aydınların Şeriatçı hainler tarafından öldürüldüğü masalı, gerçek bir "kurt masalı" olsa da, laik-şeriatçı bölünmesi üzerinden demokratik düzenin tasfiye edilmesini amaçlamaktaydı.
Demokratik düzene yönelen provokasyonların teşhis edilebilmesi, yasama, yürütme ve yargı organlarının geniş toplum kesimleriyle birlikte bunlara karşı "aşılı" hale gelebilmesi için alınması gereken uzun ince bir yol var. Halen Silivri'de görülen davaların tamamı, "vesayet güçlerinin" demokratik rejime dönük komplolarının yargı önündeki muhasebesini temsil ediyor. Bu komplolar başarılı olamadı ama 28 Şubat sürecine kaynaklık eden "komiklikler dizisi" Refahyol Hükümetini iktidardan uzaklaştırmaya yetti.
2002'den bu yana Türkiye'de demokrasimizin maruz kaldığı en önemli provokasyonlardan biri 28 Aralık 2011'de, Uludere'de 35 gencimizin kendi ordumuz tarafından öldürülmesiyle sonuçlanan olaydır. Bu olayın çıkış noktasında "karanlık güçlerin" parmağı olmadığını varsaysak bile, doğurduğu sonuçların demokratik düzen açısından provokatif bir ortam meydana getirdiği açık.
Demokratik düzenin erdemi, açıklık ve hesap verebilirliğin her düzeyde kamu gücünü kullanan kurumların tabi olduğu kılavuz ölçüler olmasıyla yakından ilişkilidir. Devlet şiddetinin meşruiyeti, hukukiliğiyle doğrudan ilişkilidir. Evrensel hukukun sınırları ihlal edildiğinde devlet şiddetinin meşruiyeti ortadan kalkar. Suriye ya da İsrail'deki "devlet şiddeti"nin meşruiyetinin sorgulanabilir olması doğrudan buna dayanır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şu ya da bu sebeple, 35 genç evladını maalesef katletmiştir. Bu durum demokrasimizin meşruiyet zeminini zayıflatabilecek bir potansiyele sahiptir.
Devlet, Kürt vatandaşlarını da, vicdanını ilkel tarafgirliğin emrine vermemiş tüm vatandaşlarımızı da ikna edecek bir şeffaflık ve hesap verme duygusuyla olaya yaklaşmak ve aydınlatmak zorundadır. Aksi takdirde, karşımıza hiç bitmeyecek bir yas vesilesi daha ortaya çıkacak ve etnik terör kendisi için yeni bir hayat alanı açma imkânı bulurken, devletimizin kirli siciline bir yenisi daha eklenmiş olacaktır.
"Devletimizin hata yapamayacağı"nı düşünen her kesimden milliyetçilerin, devlete atfettikleri masumiyetin, devlet bir yana, toplumlara da bireylere de atfedilemeyeceğini iyi bilmeleri gerekir. Başka kişi, toplum ya da devletlerin yanlışları bizim yanlışlarımızın bahanesi olamaz. Bu çerçevede, hükümetin bu büyük acıyı geniş topluma mal ederek kolektif bir taziye atmosferi oluşturmaktan kaçınması, özür dilemeyi bile "mazeret"ler perdesine sararak anlamsızlaştırması yanlış bir tutumdur.
Burada şu sosyolojik kaideyi de hatırlamakta fayda olduğunu düşünüyorum: bireysel ve toplumsal davranışları tayinde olgulardan çok algılar belirleyicidir. Eğer 35 masum insanın öldürülmesi etnik bir niteliğe büründürülür ve Hükümet Kürt toplumunu bu konuda tatmin edecek bir açıklama sunamazsa, hem Kürt, hem de Türk milliyetçileri nezdinde duygusal ve toplumsal bölünme süreci için yeni bir hızlandırıcı sağlamış olacaktır.
BDP çizgisindeki Kürt milliyetçi çevrelerin olaya bütünüyle "sınırlanmamış duygusallık" ve "siyasi istismar" ekseninde yaklaşması, bu kesimlerin çözüm odaklı olmayan, siyasi sorumluluğa dayalı davranış biçiminden uzak durarak kendi varlığını inkâra dayalı, PKK vesayeti altında siyaset yapma tercihinin/ kısıtının veri alındığı siyasi çizgisinin kalıcılığını bir kez daha teyit etti. Olayın "soykırım" olarak nitelenmesindeki ölçüsüzlük ve fütursuzluk, duyulan acının derinliğini ve kabul edilemezliğini yansıtmaktan çok, yaramaz çocuk rahatlığında ve şımarıklığındaki istismar söyleminin bir yansımasından ibarettir.
Hükümet, "BDP'nin Kürtleri" bir tarafa, Kürtlük hamiyetine sahip vatandaşları, "TC devletidir, yapar" çizgisine itmek istemiyorsa, "Devlettir, ne yapsa yeridir" diyen kesimin zalimane duygularını perçinlemekten uzak durmak istiyorsa, Kürt meselesine taalluk eden her konuyu "milliyetçi" değil "demokratik haklar" söylemi üzerinden dillendirmekle yükümlüdür. Hükümetin, bu konuda anılan iki söylemi de eşzamanlı olarak götürmeye çalışmasının maliyeti, toplumsal barışın bizzat kendisidir.
Şu vakıayı unutmamakta yarar var: PKK proaktif değil reaktif bir harekettir. PKK'yı "gündemden silmek isteyenlerin" PKK'ya hayatiyet kazandıran hatalardan kendilerini arındırmaları şarttır; çünkü PKK hayatiyetini kendinden değil, büyük ölçüde devletin söylem ve uygulamalarından alan bir harekettir.
Empati, saygı ve taziye geleneksel kültürümüzün vazgeçilmez nişaneleridir. 35 canın tabutları ayyıldızlı bayraklara sarılıp, Cumhurbaşkanının da katıldığı bir cenaze namazından sonra toprağa verilseydi, ne olurdu?
Demokrasi hatalardan ders çıkarmaya ve öğrenmeye imkân veren bir rejimdir. Hatırlatmaya gerek yok, devlet ve hükümet yetkilileri için "duanın vakti henüz kaza olmadı."
Kürt analarının bedduasına değil duasına çok ihtiyacımız var.